Geçen ay, daha sonra önemli bir bilim adamı ve siyasetçi olacak gazeteci Ahmet Şükrü’nün (Esmer) kaleme aldığı ve Aylık Mecmuanın Haziran 1926 tarihli üçüncü sayısında yayınlanan “Tayyare ile nasıl seyahat ettim?” başlıklı yazıyı aktarmaya başlamıştık. Yazının ilk bölümünde Ahmet Şükrü’nün havaalanında ve tayyarenin uçuşu sırasında yaşadıklarını aktarmıştık.

 

Dönemin üç ünlü gazetecisi, Ahmet Şükrü, Burhan Cahit ve Cemil Münir İstanbul’dan Paris’e bir uçak yolculuğu yaparlar ve Ahmet Şükrü yaşadıklarını kaleme alarak, Aylık Mecmua adlı dergide yayınlar. Ahmet Şükrü’nün tatlı mizahi üslubuyla uçaktaki korkulu anları aktarmaya devam ediyoruz.

 

Tecrübeli yolcunun korkutan uyarıları…

Üç gazetecinin en deneyimli uçak yolcusu Cemil Münir, Burhan Cavit ve Ahmet Şükrü’yü bilgi notları yollayarak aydınlatırken tedirgin ediyordu:

 

“Üç arkadaştan Burhan Cahit Bey, tayyareye ilk defa olarak biniyordu. Lozan Konferansındayken İsviçreliler, heyet-i murahhasa azalarına ve gazetecilere sanayi müesseselerini gösterirlerdi. Bu meyanda bir gün ben de tayyareye binmekle bir çikolata fabrikasını ziyaret etmek şıkları arasında muhayyer bırakılmış (seçme hakkı verilmiş), birinci şıkkı tercih etmiştim. Binaenaleyh bir defa tayyareye binmiş bulunuyordum. Cemil Münir Beye gelince, bu arkadaş, o kadar çok uçmuştur ki, hayatının daha büyük bir kısmını havada mı, yoksa yeryüzünde mi geçirdiği katiyetle malum değildir (belirsizdir). Binaenaleyh Ayastefanos’tan (Yeşilköy) tayyare ile uçtuğumuz gün, ben en ziyade ona itimat etmiştim. Şimdi, ki yolculuk bitmiştir, geriye bakıyorum, Cemil Münir arkadaşın her söylediğine inanmak hususunda safderonluk (kolay aldanabilen) derecesine varan itimadım bu kadar derin olmasaydı, yüksekte daha ziyade rahat etmiş olacağıma kanaat getiriyorum.

 

Anlatayım: Bükreş’te tayyareden indiğimiz zaman ayaklarımız arasında bir yığın halinde bulunan kâğıt parçaları toplanıp da okunacak olsaydı, şu korkunç cümleler nazara çarpardı:

- Terkos gölünün üzerinden geçmek üzereyiz. Bir kaza olursa Allahaısmarladık!

- Balkan dağları! Şimdi dans başlayacak, elveda!...

- Aynalı penye(?) (muhtemelen uçağın sarsıntılı

 

anları için kullanılmış, dönem bilgisi gerektiren bir deyim) başlıyor. Hakkınızı helal edin.

Bunlar pilotun yanında oturan Cemil Münir Bey tarafından bombardıman gibi yağdırılan kara haber muhaberatıydı. Arkadaşımızın bu bombardımanı bizi korkutmak maksadıyla yaptığını iddia etmiyorum. Belki de sarsıntı başladığı zamanda endişe etmememiz için bu hayr-ı hevahane (?) tembihlerde bulunuyordu. Hele bu şerait (şartlar) altında bile arz-ı veda etmeyi unutmaması nezaketin son kertesi idi. Fakat her insanın yeryüzünde yürümekten ziyade havada uçan bir mütehassıs tarafından yapılan bu korkunç kehanetler, hiç de azayı teskin edecek bir mahiyette değildi.”


1920’lerde Paris semalarında bir tayyare…

 

Bir hayır sahibi daha…

Ahmet Şükrü’yü, Cemil Münir’in bu “tedirgin edici pusulalarından” koruyan ise bir başka yazılı eser, bir kitapçık olacaktı. Bugün uçaklarda bulunan uyarı ve talimat kartlarının kitapçık halindeki bir ilk örneği… Bu kitapçık ise Ahmet Şükrü’nün eline “bir hayır sahibi” tarafından tutuşturulmuştu:

 

“Bununla beraber, buna mukabil benim de elimde bir kitap vardı. Nasıl olup da elime geçtiğini hala iyice bilemiyorum. Bu kitabın azabımı teskin hususunda pek büyük bir rolü olduğundan, bana kimin verdiğini çok düşündüm. Hayal meyal hatırladığıma göre, tayyareye binmek üzereyken, her kafadan bir ses çıkan o heyecanlı an içinde bir hayır sahibi elime sıkıştırmıştı:

 

- Al, demişti. Sana yolda lazım olur.

Ben de bana uzatılan şeyin ne olduğunu bilmeyerek elime almış, avucumun içinde sıkıştıra sıkıştıra bir yumak haline getirmiştim. Tayyarenin ilk heyecanlı dakikaları zarfında bu kitap adeta elimde bir cankurtaran gibiydi. Tayyare yere doğru indikçe var kuvvetimle kitabı sıkıyor, bu sıkışta bir kurtuluş ümidi görüyordum. Zira ayağımı bastığım yer, üzerinde oturduğum koltuklar, dayandığım duvar her şey aşağı doğru iniyordu. Yalnız bu avucumdaki kitapçık benim refikimdi (yoldaşımdı).

 

Kitabın, bir kitap olduğunun farkına varıncaya kadar epeyce bir zaman geçti. İstanbul’u arkada bırakmış Karadeniz’i takip ederek epeyce ilerlemiştik. Bir müddet sonra arkadan bir muhabere geldi. İçimden:

- Yine bir tehlike mi ihbar ediliyor?

Diye bir sual sorarken, Cemil Münir Beyin yazısını okudum:

- Mebdeiye (başlıyor)!

 

Uçuşta başınıza gelenlerden korkmayınız…

Türk – Bulgar hududunu geçiyorduk. O aralık elimde var kuvvetimle asıldığım, yegâne ümid-i necatım (kurtuluş ümidim), kitapçığı tetkik ettim. Bu kitap, tayyare şirketi tarafından yolculara teselli için tab edilmiş (basılmış) eserdi. İstanbul ile Paris arasındaki bilumum şehirlerle bu şehirlerin muhtelif manzaraları ve bunlar arasında birçok da mezarlıklar vardı.

Mezarlıklar hiç de hoşuma gitmedi. Fakat kitabın münderecatını (içeriğini) okumaya başlayınca mutmain oldum (içim rahatladı). Kitap, tayyare yolculuğundaki bütün ihtimalattan (ihtimallerden) bahisti. Sallanıyor musunuz? Korkmayınız. Zira sallanmak sallanmamaktan tabiidir. Sallanmak muvazene temin etmek (denge sağlamak) demektir. Yükseliyor musunuz? Bu da tabiidir. Pilot sizin selametinizi (tehlikeden uzak olmanızı) düşündüğü için yükseliyor. Zira tayyarenin motoru bir kazaya uğrayacak olursa, yüksekte bulunmak, bulunmamaktan daha emindir (güvenlidir). Hava içinde yüzerek aşağı inmek için vakit lazımdır. Yüksekten inmek, alçak bir irtifadan inmekten daha kolaydır. Tayyare yan tarafa mı eğiliyor? Bundan tabii bir şey yoktur. Eğilmezse korkunuz, zira o zaman tayyare tabii kanunlara uymuş olmaz.”

Teskin eden kitapçık…

Ahmet Şükrü kitabı okudukça içi rahatlar ve Cemil Münir’in haber pusulalarını önemsememeye başlar:

“Bu malumat ile mücehhez olduktan sonra artık arkadan gelen tehlike bombardımanlarına ehemmiyet vermez oldum. ‘Kitabî’ malumat ile mücehhez, büyük bir itminan (emniyet içinde olduğuna mutlak inanç) ile etrafı temaşa ederken (seyrederken), Cemil Münir yine arkadan bir tehlike işareti verdi,

 

- Balkan dağlarından geçmek üzereyiz. Felaket baş gösteriyor!

Bu haber üzerine, ben eskisi gibi telaşa düşmedim. Derhal kitabın Balkan dağlarından geçiş sayfasını açtım. Bütün sarsıntıyı, sallanışı, her şeyi en ince teferruatına kadar yazıyordu. Şu dağ tepesinin üzerinden geçecektik ve geçerken sallanacaktık.

Bundan tabii bir şey olamazdı. Bu tepeden aşacaktık, aşarken de sarsılacaktık.”

 

Tehlike anında düz arazi bulmak…

Ahmet Şükrü’nün yazdıklarından anlaşıldığına göre, dönemin yolcularının en endişe duydukları arazi dağlarmış. Dağlar geçilirken uçağın inmesi gerekirse düz bir arazi bulmak kolay olmazmış. Yani 1920’lerin yolcu uçakları herhangi bir sorun yaşadıklarında iniş için bir havaalanına ihtiyaç duymazlarmış. Gereken tek şey düz bir arazi. Tabii bu düz araziye ihtiyaç duyduklarında zaman kazanmak için de olabildiğince yüksekten uçarak, örneğin bir motor arızasında, süzülerek düz arazi ararlarmış. Hatta bu arayışın kapsamının irtifa ile oranı bile kitapçığa yazılmış:


“Pek yüksek bir irtifadan uçacaktık. Zira motor yorulacak olursa, yere inmek lazım gelecekti. Yere inmek için de düz arazi lazımdı. Hâlbuki dağlık bir sahada bu düz araziyi bulmak kolay değildi. Tayyare, irtifanın beş misli kutrunda (çapında) bir daire dâhilinde her hangi noktaya inebilirdi. Mesela beş yüz metre irtifaında uçtuğu zaman inmek icap ettiği taktirde iki bin beş yüz metre kutrunda bir daire içinde inmek icap ediyordu. Hâlbuki bin metrelik bir irtifada uçacak olursa, beş bin metrelik bir daire içine inebilirdi. ‘Yükseldikçe selamet fazlalaşır’ kaidesinin esbab-ı mucibesini (gerektiren sebeplerini) anladım. Bunu anlar anlamaz, arkadan yine bir bombardıman başladı:


- Bulutların arasına çıkıyoruz. İrtifa bin beş yüz metre. Bir düşecek olursak, mesele kalmaz. Yere düşmezden evvel her şey halledilmiş olur.


Havacılığın ilk yıllarından bir reklam…

‘Kitabî’ malumatla mücehhez olduktan sonra bu telaşlı haber, kulağıma adeta musiki gibi geldi. Bin beş yüz metre irtifa!... İnmek lazım gelirse, yedi bin beş yüz metrelik yani yedi buçuk kilometrelik daire içinde bir düz yer bulmak elbette kabildi. Evvelce yukarı çıktıkça korkuyordum. Şimdi yükseldikçe memnun oluyordum. ‘Kitabî’ malumat ile mücehhez insana, emniyet hissi veren bir şey yoktur. Benim kitaplara ve matbu yazılara karşı payansız (sonsuz) itimadım (güvenim) vardı. Onun içindir ki muharrir (yazar) oldum. Çok defa doğru olmadıkları hakkında tereddüde düştüğüm kendi efkâr ve mütalaalarımı bir defa yazıp, matbu şekilde okuyunca kendim de inandım.”

 

Bir yüzme macerası…

Ahmet Şükrü, uçak yolculuğunda yaşananlara bir ara verip, kitabî malumata olan itimadının nasıl sarsıldığını uzun uzun anlatmaya başlıyor:

 

“Kitaplara karşı olan itimadım ancak bir defa sarsılmıştı. Pek çok seneler evvel yüzmek öğrenmeye ilk karar verdiğim zaman, bunu kitap okuyarak yapmayı düşünmüş, ‘Yüzmek, Külfetsiz ve Tehlikesiz Nasıl Öğrenilir?’ namında bir kitap satın almıştım. Kitabı baştan aşağı okuduğum zaman yüzmek, gayet kolay görünmüştü. Evvela çarşıya gidip bir banyo elbisesi satın almak lazım. Çok uzun olmayacak, çok ağır olmayacak. Sonra deniz kenarına gidip soyunup derin bir yer intihap edecek (seçecek) içine atlayacak. Suyun içine atladıktan sonra, dibine batmamak için eller ve ayaklar ile yapılacak hareketler en ufak teferruatına (ayrıntısına) kadar kitapta yazılıydı. Çarşıya gitmek, banyo elbisesi satın almak, deniz kenarına gitmek, soyunmak, hatta suya atlamak kısmı, kitabın tarifine tamamen tevafuk etti (uydu). Fakat programın bundan sonraki kısmı hani evdeki hesap çarşıya uymaz derler.

 

Tecrübe bana göstermiştir ki, yüzmek hususunda kitaptaki tarif denize uymuyor. Yalnız şunu söylemeliyim ki, bir defa denize atladıktan sonra kitabın tarif ettiği hareketleri yapıp yapmadığımın da pek farkında değilim. Bu suzişli (tesirli) hadisenin şurası iyice hatırımdadır ki, kendi ellerime, kendi kollarıma ve bacaklarıma katiyen hâkim değildim. Kitabı, denizi, suyu, dünyayı, Konya’yı hep unutmuş, var kuvvetimle çırpınmıştım. Nihayet bir defa batmış, sonra yukarı çıkmıştım. İkinci bir defa daha batmıştım. Üçüncü defa batmazdan evvel, arkadaşlar yetişmiş, beni kurtarmışlardı. Eve avdet eder etmez (varır varmaz), ilk işim, ‘Yüzmek Külfetsiz, Tehlikesiz Nasıl Öğrenilir?’ namındaki kitabı yakmak olmuştu. Filhakika kitap bu ihtimalleri de nazar-ı itibara (dikkate) almış, ‘İnsan Battığı Zaman Nasıl Su Üstüne Çıkabilir?’ bahsini de uzun uzadıya tetkik etmişti. Fakat her şeyden evvel, kollara ve bacaklara hâkim olmak lazımdı. Kitap bunu tarif etmiyordu. Hala hatırımdadır: Bu kitabın sonunda bir zeyil (ek) vardı: ‘Boğulan İnsan Nasıl Defnedilir?’ Bence kitabın en faydalı tarafı bu kısmıydı. Şimdi Bükreş’e varmak üzereyken elimdeki tayyare kitabını bir defa da uzun uzadıya tetkik ettim. Kitaptaki mezarlık resimlerini görünce tekrar kendi kendime:

 

- Sakın, dedim, bu mezarlıklar kataloğu, ‘Ey yolcu mezarlık beğen’ manasını ifade etmek istemesin?”

1920’li yılların sonlarında İngiliz Kraliyet Havayolları’nın bir uçağının içi…

1968 © Uçak Teknisyenleri Derneği