Aylık Mecmuanın Haziran 1926 tarihli üçüncü sayısında yayınlanan “Tayyare ile nasıl seyahat ettim?” başlıklı yazı, o dönem dergi ve gazetelerde bol bol görülen bir “Tecrübe” makalesi… Daha sonra önemli bir bilim adamı ve siyasetçi olacak Ahmet Şükrü’nün (Esmer) kaleme aldığı yazıda yolculuk sırasında yaşadıklarından, korkularına ve önerilerine kadar birçok önemli ayrıntı, dönemin uçak ve havacılık algısına ışık tutuyor…

 

Dönemin üç ünlü gazetecisi, Ahmet Şükrü, Burhan Cahit ve Cemil Münir İstanbul’dan Paris’e bir uçak yolculuğu yaparlar ve Ahmet Şükrü yaşadıklarını kaleme alarak, Aylık Mecmua adlı dergide yayınlar. Ahmet Şükrü daha önce, Lozan Konferansı’nı gazeteci olarak izlerken, bir kez uçmuş, Burhan Cahit ise hiç uçmamıştır. Cemil Münir’in tayyare ile seyahati o kadar fazladır ki, “ömrünün çoğunu yerde mi yoksa havada mı geçirdiği meçhuldür”… Bu üç gazetecinin mizahi bir dille yazılmış tayyare maceraları, hem 1920’li yılların uçaklarıyla yolculuğun nasıl olduğuna dair bilgiler veriyor, hem de dönemin insanlarının neler çektiğine…

 

Zamanın dergilerinde yayınlanan bir çizimden yansıyan 1920’li yılların Paris Havaalanı…

 

Ahmet Şükrü’nün yazısının başında kutu içine alınmış birkaç cümlelik kısım, uçak yolculuğu sırasında yaşanabilecek durumlarla ilgili bilgi veriyor ve müstakbel yolcuların yüreğine su serpmeyi hedefliyor:

“Sallanıyor musunuz? Korkmayınız. Zira sallanmak sallanmamaktan tabiidir. Sallanmak muvazene temin etmek demektir. Yükseliyor musunuz? Bu da tabiidir. Pilot sizin selametinizi düşündüğü için yükseliyor. Zira tayyarenin motoru bir kazaya uğrayacak olursa, yüksekte bulunmak, bulunmamaktan daha emindir. Yüksekten inmek, alçak bir irtifadan inmekten de daha kolaydır. Tayyare yan tarafa mı eğiliyor? Bundan tabii bir şey yoktur. Eğilmezse korkunuz, zira o zaman tayyare tabii kanunlara uymuş olmaz.”

 

Hava boşlukları doldurulmalı…

Ahmet Şükrü, yazısına pek ziyade rahatsız olduğu, hava boşluklarından şikayetle başlıyor ve hemen ardından bu boşlukların doldurulmasını önerecek kadar korktuğunu anlıyorsunuz:

 

“İstanbul’dan Paris’e kadar devam eden tayyare seyahatinden aldığım intiba şudur ki, bu vasıta ile seyahati kolaylaştırmak için tayyarelerin makinelerinden ziyade heva-i nesimi (atmosfer,hava) içinde bazı ıslahat yapmak lazımdır. Bu ıslahatın en lüzumlularından biri de hava içindeki “boşluk”ları her ne pahaya olursa olsun doldurmaktır. Hava içinde “boşluk” tabiri izaha muhtaçtır. Zira bütün hava büyük bir boşluk olarak göze çarpmaktadır. Fakat bu, ancak tayyareye binmeyenler için doğrudur. Tayyareye binenler havanın içinde havanın da bulunmadığı bir takım boşluklar olduğunu büyük korku pahasına anlarlar.

 

Tayyare havada ancak havai nesimi içinde durabiliyor. Heva-i nesiminin (havanın) bulunmadığı boşluklara gelir gelmez, derhal amudi (dik) bir istikamet ile yere doğru iniş eder. Boşluğun cesametine göre, tehalüf eden (zıddına oluşan) bu ani inişin, yolcu üzerinde iyi bir tesir bırakmaktan çok uzak olduğunu izaha hacet yoktur. Ben, Ayastefenos’tan (Yeşilköy) hareket edip de Terkos gölü üzerine geldiğimiz zaman ilk defa olarak bir boşluğa tesadüf edince mahvolduk zannetmiştim.”

 

Bir hayır sahibinin önerisi…

 

O dönemde uçağa binme cesaretini gösteren birinin havalanıncaya kadar vazgeçmesi için birçok nedeni olduğunu gösteren satırlar ise durumun vehametini göstermesi açısından önemli:

“Tayyareye üç arkadaş binmiştik. Binmezden evvel her üçümüzün de pasaportları benim cebimde iken bizi teşyi’e (uğurlamaya) gelenlerden biri herkesin kendi pasaportunu cebine koymasını tavsiye etmişti. Ben bunun sebebini sorunca bu hayır sahibi demişti ki:

 

Ahmet Şükrü’nün yazısının yer aldığı Aylık Mecmua’nın sayfaları…

 

- Ne olur, ne olmaz, düşüp ölecek olursanız, hüviyetinizi tayin hususunda müşkülata tesadüf edilmesin!

Bu tavsiye bana pek makul görünmüştü:

- Öyle ya!... demiştim. Polis bize azami teshilat (kolaylık) göstererek pasaportlarımızı bir saat içinde hazırladı. Biz de bu teshilata aynıyla mukabele etmeliyiz(aynen karşılık vermeliyiz). Hüviyetimizi tayin edebilmek için polisi neden üzelim?

 

Bu düşünce ile pasaportlarını arkadaşım Burhan Cahit ve Cemil Münir Beylere uzattığım zaman onlar bu hareketimin manasını anlayamamışlardı. Şimdi tesadüf ettiğimiz bu ilk boşluk üzerine pasaportu daha kolaylıkla bulunabilecek bir tarafıma yerleştirdim. Polise azami teshilat (kolaylık) gösterecektim. Vesselam…”

 

Dik aşağı bir sıçradık…

Sarsıntılı ve inişli çıkışlı yolculukları süren üç gazeteci, bir süre sonra sarsıntıların nedeninin farklı olduğunu keşfedeceklerdir:

 

“Fakat tayyarenin öyle kolay kolay sükût etmeye hiç de niyeti yoktu. Boşluğa gelince indi, sonra yine çıkmaya başladı. Şimdi her boşluğa geldikçe iniyor ve derhal de çıkıyordu. Bu iniş ve çıkışlar ehemmiyetini kaybetti. Otomobil yolda bir taşa çarpınca yukarı doğru sıçradığı gibi, biz de bir boşluğa tesadüf edince aşağı doğru sıçrıyorduk.

Dağların üzerinden geçerken bu sıçrayışlar bilhassa çok sık oluyordu. Kendi kendime:

- Galiba, dedim, buralarda boşluk çok…

Aylık Mecmua’nın Haziran 1926 tarihli sayısının kapağı…

Bunu söyler söylemez, dik aşağı bir sıçradık. Tenvir etmek (açıklamasını öğrenmek) lüzumunu hissettim. Elimdeki bloknot üzerine bir sual yazdım. Ve yanımdaki koltukta oturan Burhan Cahit Beye uzattım. O da bu sualin cevabını almak için içinden cayır cayır yanıyordu. Kâğıdı arkada pilotun yanında oturan Cemil Münir Beye uzattı. Cemil Münir de pilotla tahriri mükâlemeden (karşılıklı yazışarak konuşma) sonra sualin cevabını yazdı:

- “Bu defaki sukuta (düşüşe) sebep, boşluk değil, hava içindeki bir kesafet (yoğunluk) tabakasından diğer bir kesafet tabakasına geçmektir.”

 

Kesafet sarsıntıları…

“Ben, bunun manasını anlayamadım. “Hava içinde neden birçok kesafet tabakası bulunuyordu?” sualini bloknot üzerine yazarak uzattım. Bunun üzerine Cemil Münir Beyle aramda Bulgaristan’a kadar devam eden uzun bir muhabere (haberleşme) başladı. Burhan Cahit Bey her ikimize de posta müveziliği (dağıtıcılığı) vazifesini ifa ediyordu. Bu muhabereden çıkan netice şudur ki, kürre-i arzın (dünyanın) her main (görünen) noktası üzerindeki hava-i nesiminin kesafeti (atmosferin yoğunluğu) o noktanın rengine tehalif eder (uymaz). Mesela yeşil ekin üzerindeki hava tabakasının kesafeti, sürülmüş kırmızı renkte tarla üzerindeki hava tabakasının kesafetine benzemiyor. Sonra sürülmüş tarla ile sürülmemiş tarla arasında yine fark vardır.

 

Tayyare yeryüzünün düz veya arızalı olduğuna göre sallanıyordu, tepelerden düz ovalara, ovalardan tekrar tepelere ve bayırlara geçerken bizi de sarsıyordu. Boşluğa tesadüf edince büsbütün sukut eder (düşer) bir vaziyet alıyordu. Şimdi de düz yerlerde bile sath-ı arzın (dünya yüzeyinin) rengine göre aşağı inip çıkıyordu. Dünya üzerinde aynı düzlükte ve aynı renkte arzı bulmak imkânı olamayacağından sarsıntıya katlanmaktan başka bir çare yoktu.

 

Sarsıntıdan uzun uzadıya bahsedişimin sebebi, tayyareye ilk binen yolcu, bu vasıta ile seyre alışıncaya kadar en ziyade korktuğu şey bu sarsıntıdır. Havada muallakta (boşlukta) durmak o kadar gayr-ı tabii, yere düşmek, o kadar tabiidir ki, bir seviyede uçarken, ansızın aşağı doğru sukut (düşmeye) etmeye başlayınca, tabiatın fen üzerine galebe çaldığından (doğanın bilime karşı galip olduğundan) ve top gibi aşağı düşüleceğinden korkulur. Fakat bu heyecan ancak bir müddet devam eder. Birkaç saat tayyare içinde kaldıktan sonra, yolcu inip çıkmaya o kadar alışır ki, artık düz gitmek tabii olmaktan çıkar, inip çıkmak tabii görünmeye başlar. O kadar ki tayyarenin bazen hafif, bazen de ağır inişleri ve çıkışları ile yolcu, aşağı bile bakmayarak, hangi nev’ (çeşit) araziden geçmekte olduğunu anlamaya başlar.”

 

Ahmet Şükrü, Burhan Cahit ve Cemil Münir’in tayyare maceralarına devam edeceğiz…

Sürecek…

 

PROF. DR. AHMET ŞÜKRÜ ESMER

Yazımızı kaleme alan Ahmet Şükrü Esmer, 1891 yılında Lefkoşa’da doğmuş bir bilim ve siyaset adamı ve gazeteci. 1982 yılındaki ölümüne dek Türkiye’de yaşayan Ahmet Şükrü, İstanbul Darülfünun Hukuk Mektebi mezunu. Daha sonra New York Columbia Üniversitesi’nde Hukuk Doktorası da yapan Ahmet Şükrü Bey, çeşitli kurumlarda öğretmenlik, öğretim üyeliği, gazete ve dergilerde gazeteciliğin yanında TBMM VI. Dönem İstanbul Milletvekilliği de yapan çok yönlü bir yazar.

1969’da Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeki Siyasi Tarih Profesörlüğü görevinden emekli olan Ahmet Şükrü Bey, gazete yazılarını sürdürmüş, hatta 19 Ocak 1982’de vefat ettiği gün bile gazetedeki yazısı yayımlanmış çalışkan bir yazar.

1968 © Uçak Teknisyenleri Derneği